9 Kasım 1918’de Berlin’de iki ayrı Almanya Cumhuriyeti’nin ilanından sonra amansız bir mücadele başlamıştı. Birçok devrim sürecinde aylar ve hatta yıllar süren iktidar mücadelesi, Almanya’da üç ay gibi kısa süreye sıkıştığı için tarihin hızlandığı bu süreci izlemek ve anlamak zordur. Zaman hızlanmıştır! Bunu en güzel şekilde ifade eden, 7 Ocak 1919 tarihli yazısında “Dünya tarihinde devrim saatleri aylar, devrim günleri ise yıllar değerindedir” diyen Rosa Luxemburg olmuştur.
Aslında 9 Kasım’da SPD-Çoğunluk liderlerinden Philipp Scheidemann’ın İmparatorluk Meclisi’nde (Reichstag) parlamenter demokratik cumhuriyetin kurulduğunu ilan etmesinden birkaç saat sonra Bağımsız-SPD tabanının desteğini arkasına alan Spartakist liderlerden Karl Liebknecht de imparatorluğun sembolik merkezi Şehir Sarayı’nda (Stadtschloss) sosyalist cumhuriyetin kurulduğunu ilan ediyordu. Ancak, söz konusu olan bitmiş bir sürecin değil, kurma niyetinin ilanıydı. İkisi de cumhuriyet kuracaklarını deklare ediyorlardı sadece. Kurulması amaçlanan bu cumhuriyetlerden hangisinin gerçekten kurulacağını, o sırada kimse bilmiyordu.
O sırada bilinen şey, belki ilan için daha hazırlıklı olsa ve spontane bir kararla bu adımı atmamış olsa da Liebknecht ve yoldaşlarının, bu mücadelede en büyük rakipleri olan SPD-Çoğunluk ile normal koşullarda rekabet edecek güçlerinin olmadığıydı. Dört yıllık savaşın yol açtığı yıkımın sonunda ortaya çıkan devrim koşullarının yarattığı radikal kitlesel dalgalanmaları doğru yönlendirerek ayaklanmalarda inisiyatif elde etmeye çalışan Spartakistler, Bağımsız-SPD içindeki faaliyetleri aracılığıyla geniş kitlelerle bağını güçlendirmeye çalışmaktaydı. Diğer yandan, bu kabarmanın sonucu olarak Spartakist kadrolar beklenenden hızlı büyümekteydi. Bu büyümenin siyasi arenadaki güç dengesini kısa sürede değiştirmek için yeterli olmadığını gören deneyimli Spartakist liderler, devrim için biraz daha zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyordu. Ancak kadrolardaki ani büyümenin sonucu olarak gruba yeni girmiş olup siyasi/entelektüel birikimi ve deneyimi olmayan ‘yeniler’ daha militan ve acilci bir tavırla süreç üzerinde belirleyici rol oynayacaktır: Giderek çoğunluğu oluşturarak daha çok söz sahibi olan işçi-asker eylemlerinin ve konseylerinin radikal liderleri, koşulların devrim için uygun olduğu, yani ilk fırsatta iktidarın ele geçirilmesi ve sosyalist cumhuriyetin inşasına (azınlık olunması hasebiyle) zora dayalı olarak geçilmesi fikrine yaktın görünüyordu. Özellikle Luxemburg’un (Leo Jogiches ve Clara Zetkin’le birlikte) mesafeli durduğu bu acilci tavır, deneyimli bazı Spartakistlere göre, gerçek bir hezimet ve yok oluşa yol açabilirdi. Ayrıca Bolşevik deneyimde olduğu gibi, bunun sonunda kurulacak olası rejim (proletarya diktatörlüğü) ileride özellikle demokrasi bağlamında sorunlar ve riskler taşıyacaktı. Devrim, Almanya’da başarıya ulaşmadığı için bu sorunlar ve riskler konusundaki uyarıların ne kadar geçerli olduğunu, sonraki yıllarda Bolşeviklerin önderliğinde kurulan rejimin akıbetine bakarak tartışmak doğru olabilir. Nitekim, genelde öyle yapılarak önceden bu konuda uyarılarda bulunan Luxemburg’un dönemin Marksist aydınları arasındaki ayrıksılığı/farklılığı sıkça önce çıkarılacaktır. Ancak kısa süre sonra yaşanacak devrimci kalkışmanın hezimete uğramasında söz konusu acilciliğin belirleyiciliği o zaman da sonra da çok tartışılmıştır.
Diğer yandan, parlamenter demokratik cumhuriyet inşa etmeye çalışan SPD-Çoğunluk, daha önce sözü edilen karşılaştırılamaz gücünün yanı sıra meclisteki diğer güçlerle kurduğu ve kuracağı işbirlikleri sayesinde amacına daha yakın görünüyordu. Spartakistlerin en büyük avantajı olarak görülen, sokağı terk etmeye niyetli olmayan öfkeli kitlelerin liderliğinde sahip olduğu militan güç ve zora karşı, SPD-Çoğunluk’un önlemi iktidarı (paylaşarak da olsa) ele geçirmelerini sağlayacak olan müesses nizamın bir kısım askerî ve sivil elitleriyle kurulan işbirliği olacaktır. Ancak bu işbirliğinin sonucu olarak sonraki aylarda dökülecek kardeş kanı kadar, sonraki süreçte bizzat SPD-Çoğunluk ve hatta rejimin kendisini tasfiye edecek radikal milliyetçilik belası da bunun en büyük bedeli olacaktır.
Kimisi geleceğin Nazi örgütlenmesinde yer alacak olan müesses nizamın elitleriyle SPD-Çoğunluk yönetimi arasında kurulan işbirliği sonucunda Ocak 1919’da işlenen Liebknecht ve Luxemburg cinayetleri aracılığıyla Alman Devrimi’ne yeni bir yön vermeyi amaçlayan aktörlerin, bu amaçlarına hangi oranda ve ne kadar ulaştıklarını görmek için sonraki sürece bakmak gerekiyor. Ancak bunu sonraki yazılara bırakıp öncelikle bu katliama giden uzun sürecin son aşamasını anlatmakta yarar var.